Ortak özellikleri otizmli bireyleri sinemada görünür kılmak olsa da sinema filmlerinin bazıları klişelerin etrafında dolaşıyor, bazıları şaşırtıcı manevralarla otizmlileri güçlendirecek mesajlar veriyor, bazıları da gerçek yaşam öykülerini perdeye taşıyarak farklı hikayelere tanıklık etmemizi sağlıyor.

Selen Doğan
İletişimci & Hak Savunucusu
Instagram: @turkiyeengellimeclisi

 

1960’ların sonundan beri, otizmi kurgusal karakterlerle tasvir eden filmler yapılıyor. Bu filmlerin gerek senaryoları gerekse karakterlerin özellikleri açısından otizmi ele alış biçimleri birbirinden farklı. Ortak özellikleri otizmli bireyleri sinemada görünür kılmak olsa da sinema filmlerinin bazıları klişelerin etrafında dolaşıyor, bazıları şaşırtıcı manevralarla otizmlileri güçlendirecek mesajlar veriyor, bazıları da gerçek yaşam öykülerini perdeye taşıyarak farklı hikayelere tanıklık etmemizi sağlıyor.
 

İngiltere’de çekilen 1969 yapımı “Run Wild, Run Free” adlı film, Philip Ransome adlı on yaşında bir oğlan çocuğun hikayesini anlatıyor. Üç yaşından beri hiç konuşmayan, günlerini tek başına kırlarda dolaşarak geçiren Philip, ailesinin umutsuzluğuna rağmen yavaş yavaş kabuğundan çıkıyor fakat bu çıkış yolunun kalp kırıklığı ve aksiliklerle dolu olduğu görülüyor. Aynı yıl çekilen, Elvis Presley’in bir doktoru canlandırdığı “Change of Habit” (Kutsal Harekat) film, yoksul bir mahallede geçiyor. Ailesi tarafından, sürekli sallandığı, seslere yanıt vermediği ve sarılmak istemediği gerekçesiyle kliniğine getirilen bir kız çocuğa otizm teşhisi koyan doktor, çocuğu tedavi edip otizmden “kurtarıyor”. Akademisyen Brittany Wilson geçen haziranda yayınlanan bir makalesinde bu filmle ilgili şöyle diyor: “Film yapımcılarına göre otizmi olanlar dilsiz, garip, çaresiz, münzevi, vahşi ve Elvis tarafından iyileştirilebilir!”
 

Otizmi konu alan filmler arasında önemli bir yeri olan “The Boy Who Could Fly” (Uçabilen Çocuk) 1986 yapımı. 14 yaşındaki bir kız çocuğun, hiç kelimesi olmayan komşusu Eric’le arkadaşlığını anlatan film, empatinin gücünü, güvenin önemini ve imkansıza inanmanın zaferini anlatıyor. Ödüllü film “Rain Man” (Yağmur Adam) gösterime girdiği 1988 yılından beri Türkiye’de de en iyi bilinen otizm hikayelerinden biri. Birbirini hiç tanımayan, biri otizmli iki erkek kardeşin babalarının ölümünün ardından bir araya gelmelerini anlatan film, otizm spektrumunun dar bir alanını kapsayan dahilik ile tipik semptomları bir arada betimliyor.
 

“What’s Eating Gilbert Grape” (Gilbert’in Hayalleri) 1993 ABD yapımı. Lasse Hallström’ün yönettiği filmin başrollerinde Johnny Depp, Juliette Lewis ve Leonardo DiCaprio var. Peter Hedges’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film, küçük bir kasabada obezitesi olan annesi ve otizmli kardeşine bakan Gilbert’in sıradışı öyküsü. Yine Türkiyeli seyircinin çok iyi bildiği bir diğer film, “Forrest Gump” ise 1994 yapımı bir başarı hikayesi anlatıyor. Filmin adını taşıyan karaktere hiçbir zaman açıkça otizm spektrum bozukluğu teşhisi konulmasa da Forrest Gump’ın zihinsel ve fiziksel engellerine karşı kazandığı zafer, her türlü gelişimsel veya zihinsel bozuklukla mücadele eden bireylere bir tür saygı duruşu gibi. Filmin güçlü yönlerinden biri de anlatıcının Gump’ın kendisi olması. Engelliler adına çoğunlukla başkalarının konuştuğu dünyamızda, bir otizmlinin kendi hikayesini anlattığı bir senaryo yazmak dahice!
 

1994’te çekilen “Silent Fall” (Sessizliğe Bürünmek) filminde hiçbir ipucu, delil veya şüphelinin bulunmadığı bir cinayetin görgü tanığı olan, anne-babasının öldürülmesine tanık olduktan sonra kendi içine kapanan dokuz yaşında otizmli bir çocuğu izliyoruz.
 

Sinema endüstrisi bağımsız yaşama dair ilham verici filmleri de ihmal etmemiş. 1999 yapımı “The Other Sister” (Öteki Kız Kardeş), otizmli bir genç kadının bir apartman dairesine taşınıp üniversiteye başlamasının hikayesi… Gerçek bir hikayeden uyarlandığı söylenen aynı tarihli “Molly” filmi, otizmin tedavisi üzerine araştırmalar yapan bir enstitünün otizmli bir kadını ameliyat ettikten sonra kadının bir dahiye dönüşmesini öykülüyor.
 

2000’li yıllara gelindiğinde, anlatıcılar da hikayeler de kısmen değişmeye başlıyor. Otizmli karakterlerin farklı yönleriyle, başarılarıyla, mücadeleleriyle daha etkin göründüğü bu dönemin filmlerinde çeşitlilik öne çıkan bir unsur olarak görülüyor.
 

2001’de çekilen “I Am Sam” (Ben, Sam) tek başına yaşayan otizmli bir adamın baba olduktan sonra değişen hayatını anlatıyor. 2004 tarihli “Killer Diller” (Yetenek Abidesi) filminde, gitar çalan bir araba hırsızı otizmli bir piyanistle tanışıyor ve birlikte bir müzik grubu kuruyorlar. 2008’te gösterime giren “Chocolate” (Çikolata) ise dövüş sanatlarında yeteneğini gelişmiştir otizmli bir kadını anlatıyor. 2011’de çekilen “Fly Away” (Uçup Gitmek), on altı yaşındaki otizmli Mandy ile annesi Jeanne arasındaki ilişkiye ve bireysel mücadelelerine odaklanıyor.
 

Genellikle erkeklerin deha ve başarı hikayelerinin anlatıldığı otizm temalı filmler arasında kadın kahramanlarıyla öne çıkan film, spektrum bozukluğunun klişelerini sarsıyor. Sinema eleştirmenlerinin dediği gibi, otizmin görülme sıklığı erkeklerde daha yüksek olduğu için kadınların göz ardı edilmesi nedeniyle edebiyat ve sinemada otizmli kadınların hikayeleri yeterince yer bulamıyor. Bu film bu yönüyle ayrı bir yerde duruyor.
 

Bir yol hikayesi olan “The United States of Autism” (Otizm Birleşik Devletleri) 2013 yılında çekilmiş bir belgesel. Oğlunun durumu hakkında fikir sahibi olmak için ülkesinde 40 günlük bir yolculuğa çıkan Richard Everts’ın yol boyunca tanıştığı farklı kesimlerden kişilerle deneyimlerine dayanan film, otizmi yüzeysel değil derinden kavrıyor. 2009 yapımı “The Horse Boy” (At Çocuk) ise geleneksel tedavilere pek yanıt vermeyen otizmli oğullarının, atlara olan ilgisini fark edince Moğolistan’a doğru uzanan maceralı bir yolculuğa çıkan ailenin yaşadıklarını sinema perdesine aktaran bir belgesel.
 

Sinema endüstrisi otizmi odağa alan veya hikayenin bir unsuru olarak otizme değinen daha birçok film çıkardı ortaya.
 

İnsanlarla iletişim kuramayan matematik dahisi Asa Butterfield’ın Uluslararası Matematik Olimpiyatları’nda yarışırken genç bir kadınla tanışıp nasıl arkadaş olduğunu anlatan 2015 tarihli “A Brilliant Young Mind” (X+Y); kız kardeşinin uyuşturucu bağımlılığıyla mücadele eden otizmli bir genç erkeğin yaşadıklarına ayna tutan 2018 yapımı “Nathan’s Kingdom” (Nathan’ın Krallığı); tek başına büyüttüğü otizmli oğlunun okulda karşılaştığı zorbalığı önlemeye çalışan bir anneyi seyirciyle tanıştıran 2016 yapımı “A Boy Called Po” (Po Adlı Çocuk); ölüm döşeğindeyken otizmli oğluna kendisi öldükten sonra hayatta kalabilmesi için yapması gerekenleri öğreten bir babayı izlediğimiz 2010 tarihli Çin filmi “Ocean Heaven” (Okyanus Cenneti); asperger sendromlu bir adamın üst kat komşusuyla ilişkisini anlatan 2009 yapımı “Adam” bu filmlerden sadece birkaçı.
 

Otizmi konu alan bir diğer film, 2018’de gösterime giren “Please Stand By” (Lütfen Beklemede Kal). Film, otizmli genç bir kadının, yazdığı 500 sayfalık Star Trek (Yıldız Savaşları) senaryosuyla Hollywood’daki bir yarışmaya başvurmak için bakıcısından kaçmasını anlatıyor. Genç kadını canlandıran Dakota Fanning bu rolün hakkını veriyor. “Temple Grandin” adlı 2010 yapımı film ise otizmli bilim kadınının adını taşıyor ve onun başarısına odaklanıyor. Grandin’in hug box (sarılma kutusu) adlı, otizmli çocukları sakinleştirmek için kullanılan bir cihaz geliştirdiğini ve Time dergisi tarafından 2010 yılında kahramanlar kategorisinde dünyanın en etkili 100 kişisi arasında sayıldığını biliyor muydunuz?
 

Geçmişten bugüne bu birkaç örnek, sinemada otizmin nasıl temsil edildiğini, yıllar içinde bu temsillerin nasıl değiştiğini açıkça gösteriyor. Filmlerin giderek otizmli bireylerin başarılarına, yapabilirliklerine ve mücadelelerine odaklandığını görüyoruz. Üstelik artık anlatılan, sadece erkeklerin hikayesi değil; otizmli kadın karakterlere de geçmişe kıyasla sinemada daha fazla yer veriliyor. Kanada’da 2006 yılında çekilen “Snow Cake” (Kar Pastası) bunlardan biri. Filmde otizmli orta yaşlı bir kadını canlandıran Sigourney Weaver’ı bu role hazırlayan kimdi dersiniz? Otizmli yazar ve konuşmacı Ros Blackburn.
 

Peki senaryolar sadece mücadele üzerine mi? Hayır. 2005’te vizyona giren “Mozart and The Whale” (Mozart ve Balina) filmi, ikisi de asperger-savant sendromlu bir çiftin aşkını sinema perdesine yansıtıyor. Film, Jerry ve Mary Newport’un kendi aşklarını anlattıkları aynı adlı kitaptan uyarlanmış.
Asperger sendromu demişken… “My Name is Khan” (Benim Adım Khan) filmini de sinemaseverler hatırlayacaktır. 2010’da vizyona giren bu filmi ilginç kılan, etnik ayrımcılığa ve kültürel önyargılara dikkat çekmesi. Film, 11 Eylül saldırısından sonra, “garip” bulunan davranışları şüpheli saldırgan davranışlarıyla karıştırılan asperger sendromlu müslüman Rizwann’ın hikayesini anlatıyor. Rizwann bir terapistin yardımıyla adını temize çıkarmak için ABD Başkanı Obama ile buluşmak üzere bir yolculuğa çıkıyor.
 

Sinema dünyasında otizmi kendine dert edinmiş, merak etmiş, anlamaya ve anlatmaya niyetlenmiş yönetmenlerin imza attığı bunlar gibi daha onlarca film var.
 

Gelişimsel farklılıkların, örnekse otizmin, kültür endüstrisindeki temsili üzerine günlerce tartışabiliriz. Filmlerin, tıpkı haber medyasında olduğu gibi, tıpkı popüler kültür ürünlerinde yapıldığı gibi ve tıpkı toplumun genelinde zannedildiği gibi otizmli kişileri uçlarda göstermesiyle her zaman bir derdimiz olacak: Kurtarılması gereken kader kurbanı, veya dehasıyla herkesi şaşırtan üstün varlık, ya da olmazı olduran kahraman…Engellilerin görünür olması için üstün başarılar sergilemesi, mucizeler gerçekleştirmesi veya herhangi bir biçimde mağdur/kurban edilmesi gerekmiyor. Otizmli çocuk ve yetişkinler için de geçerli bu. Sıradan hikayelerin, hiçbir olağanüstülüğü olmayan yaşam öykülerinin de anlatılmayı hak ettiği, herkes için erişilebilir, herkese seslenebilen bir sinema sektörü mümkün!

 

Kaynak : http://www.otizmli.org/sinemada-otizm-nasil-temsil-ediliyor/